Çocuklarda Öfke Duygusu

İremgül Özeren

Klinik Psikolog, Özel Ortadoğu Hastanesi

Mutluluk, neşe ve üzüntü gibi öfke de bir duygudur. Bu duyguyu nasıl yaşadığımız ve nasıl davrandığımız önemlidir. Duygularımızı yaşarken bedenimiz, düşüncelerimiz ve sinir sistemimiz etkilenmektedir. Çocuklarımızda bizim gibi birçok duyguyu yaşamaktadır. Öfke duygusuda bunlardan biridir. Öfke her insanın farklı şekilde deneyimlediği ve kimi zaman düzenlenmekte zorluk yaşadığı bir duygudur. Aynı zamanda, çocuklarda öfke zaman zaman kabul edilebilen bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocuklar oyun oynarken ya da zevk aldığı bir durumdan engellendiğinde, haksızlığa uğradığında, istemediği bir şeyi yapmaya zorlandığında veya sözel şiddete maruz kaldığında, arkadaşları tarafından reddedildiğinde, beklentilerin karşılanmadığında, yanlış anlaşıldıklarında, suçlandığında, kaygı ve güvensiz hissettiğinde öfke duygusunu yaşayabilmektedir. Öfke duygusunu bastırmak, yok saymak bir çözüm olmamakla birlikte daha fazla o duyguyu yaşamamıza yol açmaktadır. Öfke duygusunu sağlıklı bir şekilde ifade edilmesi çocuğun benlik gelişimi açısından önemlidir. Duygusunu bastıran, ifade edemeyen çocuk, hissettiklerini anlamlandırmaz ve duygunun eşlik ettiği fiziksel belirtileri anlatır. Örneğin, öfkesini karın ağrısı, baş ağrısı, alt ıslatma ve tırnak yeme gibi belirtilerle gösterebilir. Duyguların tanınması kabul edilmesi uygun dille ifade edilmesi duygu düzenlemek için önemlidir.

Çocukları Öfkelendiğinde Ebeveynler Neler Yapabilir?

• Çocuğunuz ne zaman, nasıl ve nerde öfkelendiğini belirlemeye çalışın. Öfkelendiği unsurları keşfedip; öfkeyle baş etme yöntemini değiştirip dönüştürün. Örneğin, kardeşleriyle oyuncaklarını paylaşmaktan dolayı öfkelenen eşyalarına zarar veren bir çocuğa azarlamak, kızmak yerine kendi özel oynayacağı oyuncakları belirlemekle birlikte kardeşleriyle paylaşabileceği oyuncakları belirleyebilirsiniz.

• Öfkelendiği zaman kendine veya eşyalara zarar verme durumunda engel olun ve duygularını göstererek kural koyun.

• Kurallar koyarken; sen dili ile suçlayıcı bir konuşma tarzı yerine, ben dili ile duygularınızı ifade ederek kuralı koyabilirsiniz. Örneğin, çok sinirlisin agresifsin sen büyüksün kardeşinle oyuncaklarını paylaş gibi cümleler yerine kardeşinle oyuncaklarını paylaşman seni öfkelendirdiğini görüyorum, sehpaya tekme atman kabul edilemez, onun yerine yastığına vurabilirsin ya da öfkeli olduğun sırada seni anlamakta güçlük çekiyorum ve kavga ettiğin için üzülüyorum, seni dinliyorum, şimdi ne istediğini anlatabilirsin.” gibi duygularınızı anlatan cümleler kurarak göz temasıyla iletişime geçin. Sonra, kuralları onun fikrini alarak oluşturun. Bu kuralara tüm aile uyum gösterdiğine dikkat edin.

• Ebeveyni tarafından bir çocuk saldırgan davranışlara maruz kalıyor ve azarlanıyorsa ve kendini sevgisiz ve değersiz hissedebilir. Bu nedenle çevresine ve kendisine karşı saldırgan davranışlarda bulunma ihtimali artabilir. Çocuklarda istenen davranışların oluşması ve öfke duygusunu düzenlemesi için en etkili yollardan birisi ebeveynlerin rol model olmasıdır. Öfkeye öfke ile karşılık vermek yerine sabır nezaketle karşılık verin.

• Çocuk öfkelendiği anda ebeveynlerin sakin, net yumuşak ses tonuyla çocuklarının yanında olması ve çocukların duygularını ve yaşadıklarını anlatmasına ebeveyn izin verdikçe öfke duygusunu düzenlemekte ve anne babam beni anlıyor hissi oluşturmaktadır.

• Çocuk sinirliyken tartışmaya ve inatlaşma girmeyin. Çocuk öfkeliyken, anne ve babasını dinlemekte, anlamakta zorlanır, farklı tepkiler verebilir ya da inatlaşıp bağırabilir. Paniklemeden durumu yönetebileceğinize güvenin, bu duygu yoğunluğunun düşeceğine inanın. Çocuk sakinleştikten sonra, onu öfkelendiren problemi konuşarak çözüm yolunu beraber üretebilirsiniz. Bu yeni çözüm yoluyla sağlıklı şekilde davranarak, yeni ilişki dinamikleri kuracaktır.

• Çocuk öfke anında vücudunda meydana gelen değişikleri fark edilip üzerine konuşulabilirsiniz. Çocuğun stresini azaltacak ve kendini rahatça ifade edeceği etkinliklerin (rahatlatıcı egzersizler, arkadaş buluşması, spor, nefes alma, yürüyüş gibi) bu süreçte olumlu bir katkısı olabilir.
• Çocuklar öfkelerden ibaret değildir. Olumlu davranışlarının pekiştirilmesi, çocuğunuzla ilişki kurmak, duygularını paylaşmasına fırsat vermek ve kabul etmek bu süreçte olumlu bir etkisi vardır.

Ne Zaman Uzman Desteğine Gerek Duymalıyız?

• Çocuk kendine, çevresine ya da eşyalara uzun süredir zarar veriyorsa, bir türlü sakinleşemiyorsa
• Sözel ve davranışsal şiddet varsa bu durumu düzenleyemiyorsa,
• Sık sık öfke nöbetleri geçiriyorsa, Bu davranışların altında yatan nedenleri araştırmak ve psikolojik destek almak, çocuğun benlik gelişimi ve yetişkin hayatı için önemlidir. Son olarak, öfke bir duygu olduğunu ve bu duygunun düzenlenebileceğini, bu düzenlenme sırasında bazı davranış değişiklerinin oluşacağını ve bunların pratikle alışkanlıklara dönüşeceği unutulmamalıdır.

Diş İmplant Hastalıkları Nelerdir ve Nasıl Korunulur?

Prof. Dr. Fatma Berrin Ünsal
Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Periodontoloji Anabilim Dalı

Eksik olan dişlerin yerine fonksiyon ve estetiği tekrar sağlamak amacıyla, çene kemiğine yerleştirilen, üzerine diş üst yapının uygulanacağı, titanyum ve zirkonyum gibi biyouyumlu malzemelerden yapılan vidalardır. Günümüzde tam veya kısmi dişsiz bölgelerin tedavisinde özellikle de hareketli protez uygulamalarına alternatif olarak tercih edilen bir tedavi yöntemi haline gelmiştir.

Diş çekimi sonrası implant ne zaman yerleştirilir?

İmplantları yerleştirilme zamanları farklı şekillerde tanımlanmasına karşın genel olarak;

– Hemen (İmmediat) Diş çekimi ile aynı seansta,

-Erken: Diş çekimi sonrası diş etinin iyileşmesinden sonra,

– Geç: Çene kemiğinin tamamen iyileşmesinden sonra implant uygulamaları yapılabilmektedir.

İmplantın yerleştirilmesi için uygun zaman diş hekiminin muayenesine ve alınacak röntgen ya da tomografi sonuçlarına göre karar verilir. Ayrıca kişinin genel sağlık durumu, sigara kullanımı, diyabet gibi durumları da dikkate alınır. İmplantın yerleştirileceği bölgede yeterli kemik yoksa öncelikle destekleyici cerrahi işlemler yapılır ve en az 4-6 ay gibi bekleme süreci sonrasında implant yerleştirilir.

İmplantın başarısı neye bağlıdır?

İmplant- çene kemiği arasındaki doğrudan yapısal ve fonksiyonel bağlantının (osseointegrasyon=implant kemik bütünleşmesi) ve implantın stabilitesinin sağlanması başarının en önemli ön koşuludur.

İmplant başarısında; implantta hareketlilik (mobilite), çiğneme sırasında ağrı, enfeksiyon, uyuşukluk (parestezi) gibi belirtilerin ve çevresinde kemik kaybının olmaması gibi kriterler önemlidir. Hastanın fonksiyonel ve estetik kriterleri sağlanarak yaşam kalitesini artırması beklenir. İmplant çevresinde görülen hastalıklar nelerdir?

İmplantları çevreleyen yumuşak dokularda mikrobiyal biyofilm olarak adlandırılan, yetersiz ağız bakımı nedeniyle plağa bağlı olarak oluşan bakteriyel kaynaklı kemik ve dişeti dokularında meydana gelen enfeksiyon durumlarıdır. Diş implant uygulamalarının yaygınlaşmasıyla implant çevresi hastalıkların görülme olasılığı ve sıklığı da giderek artış göstermektedir. İmplant çevresinde görülen iki hastalık durumu tanımlanmıştır.

Peri-implant mukozitis; İmplant çevresindeki dişetinin iltihaplanmasıdır. Ancak etrafındaki destek kemik kaybı olmaksızın görülen hastalığıdır. Dişetinde kızarıklık, kanama ve ödem gibi iltihabın klasik bulguları mevcuttur. Peri-İmplantitis; implant çevresindeki dişetindeki enfeksiyonun kemik dokusunu etkilemesiyle destek kemiğin ilerleyici kaybı ile görüldüğü iltihabi bir hastalıktır.

Periimplant mukozitisde görülen dişeti kanaması, ödem ve kızarıklık bulgularına ilaveten peri-implantitisde implant çevresinde ağrı, hassasiyet, iltihap akıntısı (süpürasyon) ve kemik kayıpları mevcuttur. Kemik kayıpları hekim tarafından klinik ve radyolojik olarak tespit edilir. Hastalığın ileriki aşamalarında implant hareketliliği ve kaybı görülebilmektedir.

İmplant hastalıkların ortaya çıkma riskini artıran faktörler nelerdir?

İmplant hastalıkların meydana gelmesi ve ilerlemesinde sistemik ve lokal faktörler etkili olmaktadır.

Plağa bağlı olarak oluşan bakteriyel enfeksiyon implant hastalıkları için en önemli faktör olmakla birlikte bu faktörler başlıca hastayla ilgili, klinisyenle ve implant üstü protez planlamasıyla ilişkili olabilir.

Hastayla ilgili faktörler; dişeti hastalığı (Periodontitis) öyküsü, sigara kullanımı, ağız hijyeninin yetersiz olması, kontrol altında olmayan diyabet, kardiyovasküler hastalık ve romatoid artrit gibi sistemik hastalıklar.

Klinisyene bağlı faktörler; implant uygulaması öncesi kemik ve yumuşak dokunun varlığı hekim tarafından çok iyi değerlendirilmelidir. Kemik hacminin ve yoğunluğunun yetersiz olduğu durumlarda osseointegrasyon başarısız olabilir. Bu durumlarda kemik ve yumuşak dokuyu artıracak birtakım cerrahi uygulamalar sonrasında implantların yerleştirilmesi ile başarı elde edilebilir. Cerrahi uygulama sırasında implantın hatalı konumlandırılması implant üstüne yerleştirilecek protezin fonksiyon ve estetiği açısından risk oluşturabilecek durumlara neden olabilir. Protez planlamasıyla ilgili faktörler; İmplant üstü restorasyonunun hatalı tasarlanması plak retansiyon alanları oluşturacağından dolayı enfeksiyon riskine ve çiğnemede aşırı yüke neden olacaktır.

İmplant tasarımı ve yüzey özellikleri gibi diğer faktörler de implant hastalıkları için risk oluşturabilir. İmplant yüzeyindeki dişeti genişliğinin ve kalınlığının yetersizliğinde hasta oral hijyenini sağlamakta zorlanmakta ve patojen mikroorganizmaların implant yüzeyine kolonize olması kolaylaşmaktadır. Dolayısıyla bu durum peri-implant hastalıkların gelişmesine sebep olabilmektedir. Dokunun artırılmasıyla bireyin ağız bakımı uygulamalarını daha etkili şekilde yapması sağlanarak enflamasyon durumu engellenmektedir.

İmplant sağlığı nasıl korunur?

İmplant uygulamaları öncesinde hasta seçimi, ayrıntılı muayene ile risk oluşturabilecek faktörlerin belirlenip uygun planlama ve takiplerin yapılması komplikasyon risklerini en aza indirecek ve implantların hastalanması engellenmiş olacaktır.

Hasta tarafından ağız hijyenin sağlanması (dişlerin fırçalanması, diş ve implant etrafında biriken plakların temizlenmesi için dişipi veya ara yüz fırçası kullanılması) ve takip eden dönemde diş hekimi tarafından düzenli kontrollerin yapılması, destekleyici bakım yani idame aşaması implant sağlığının korunmasında oldukça önemlidir.

 

HPV’nin Mikrobiyolojik Tanısı ve Aşıları

Prof. Dr. Gülendam Bozdayı

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Viroloji Bilim Dalı Başkanı

HPV’nin kültürü yapılamaz. Serolojik testlerin kullanımı kısıtlı ve zordur. HPV DNA’nın moleküler tespiti günümüzde HPV tanımlamasında altın standarttır. HPV DNA testlerinin servikal kanser öncesi lezyonları tespit etmede duyarlılığı yüksek olup %95-100 arasında değişmektedir. HPV DNA testlerinde özellikle yüksek riskli gruptan tip 16 ve 18 ayrıca diğer yüksek riskli HPV tipleri araştırılabilmektedir. Pap smear ve HPV DNA’nın moleküler tespiti ile primer tarama, smear sonuçları belirsizlik içeren kadınlarda tanı ve tedavi algoritmasının oluşturulması ve tedavi görmüş kadınların takibi yapılabilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileriyle ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı Ulusal Kanser Tarama Programı uyarınca 30-65 yaş arası kadınlara 5 yılda bir HPV-DNA testi ile tarama yapılmaktadır.

HPV Aşıları

Enfektif virüsün serviksin bazal tabakasına ulaşmasını engelleyen ve ilerde genital siğil ya da serviks kanseri oluşturmasına engel olan lisanslı koruyucu (profilaktik) aşılar bulunmaktadır. Bu HPV aşıları hiçbir enfektif partikül içermediğinden enfeksiyon ve kanser riski yoktur. Güncel onaylı HPV aşı tipleri şunlardır:

  • Bivalan(ikili) tip 16 ve 18
  • Kuadrivalan(dörtlü) tip 16, 18,6 ve 11
  • Nanovalan (dokuzlu) tip 16,18,6,11,31,33,45,52,58

Aşılar içerdiği HPV tiplerine göre kadınlarda serviks, vulva, vajina, anal ve bazı baş boyun kanserleri ve genital siğillere; erkeklerde anal, bazı baş boyun kanseri ve yine genital siğillere karşı yüksek koruyuculuğa sahiptir(% 98-100).

Çeşitli çalışmalara göre virüs ile henüz karşılaşmadan (cinsel aktivite başlamadan) aşının yapılması ile maksimum fayda alınmaktadır. Dolayısıyla aşı için 9-26 yaş arası önerilmektedir. Daha ileriki yaşlarda aşılanma ile yine fayda alınabilmekte ancak klinik uzman görüşü alınmalıdır.

Aşı, kas içine 3 doz olarak uygulanmaktadır. Ancak 2024 yılı itibariyle Amerikan Kolposkopi ve Servikal Patolojiler Derneği (ASCCP) rehberlerinde aşının 9-15 yaş arasında uygulandığında tek doza düşürülebileceği ve yine oldukça etkili olduğu açıklanmıştır. Bu konuda çalışmalar devam etmektedir.

Ayrıca kanser ve kanser öncesi lezyonları olan hastalarda direkt tedaviye yönelik aşılar hakkında çalışmalar yapılmakta ve umut vadetmektedir

Rahim Ağzı Kanseri

Prof. Dr. Gülçin GÜLER ŞİMŞEK
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Gülhane Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Kliniği

Rahim ağzı kanseri dünya çapında kadınlar arasında dördüncü en yaygın kanser türü ve kanserden ölüm nedenidir. Kadınlar arasında meme kanseri en sık teşhis edilen kanser ve kanser ölümünün önde gelen nedenidir, bunu kolorektal ve akciğer kanseri (insidans açısından) takip eder. Dönelim tekrar rahim ağzı, diğer adıyla servikal karsinoma. Hastaların çoğu 40-54 yaşındadır. Hastalığın ölüme götürmesinin önlemi tüm dünyada yürütülen tarama programlarıdır. Bu programlar hem servikal kanseri hem de bu kanserden ölümü yani mortaliteyi azaltmakta ve önlemektedir.

En yaygın rahim ağzı/servikal karsinom türü skuamöz hücreli karsinomdur. Servikal skuamöz hücreli karsinomların çoğu yüksek riskli insan papilloma virüsü (HPV) ile ilişkilidir ve öncü bir lezyon olan yüksek dereceli skuamöz intraepitelyal lezyondan (HSIL) kaynaklanır. Bu tümörler öncelikle HPV 16 ve HPV 18 ile ilişkilidir (HPV 16 > HPV 18). Düşük gelir kaynaklı ülkelerde ve yeterli sitolojik tarama yapılmayan kadınlarda daha yaygındır.

HPV enfeksiyonu özellikle adölesan ve genç erişkin yaş grubunda sık görülmektedir. Neyse ki çoğu HPV enfeksiyonu da spontan regrese olmakta yani gerileyebilmektedir. Bazı yüksek riskli HPV tipleri ise rahim ağzında bir lezyon geliştirip, uzun yıllar içerisinde gerilemeyen lezyonlar kansere ilerleyebilmektedir.

Peki bu kanser riskini artıran faktörler neler? Öncelikle virüsün tehlikeli, yani yüksek riskli tipleri ile enfekte olmak! Hangi tipler bunlar bakalım: HPV tip 16, 18, 31, 33, 35, 39, 45, 51, 52, 56, 59, 68. Diğer risk faktörleri ise: cinsel ilişkinin erken yaşta başlaması, enfekte kişilerle cinsellik, bağışıklık yani immün sistem eksikliği, uzun süreli sigara kullanımının varlığı, aile öyküsünün varlığıdır.

Klinik hiçbir bulgu vermeden başlangıç yapmasından ötürü servikal tarama programları başlamıştır tüm dünyada. Bulgusu, yani şikayeti ve belirtisi olmayan bir kadında, rahim ağzından alınan sürüntü yaymasının sitolojik incelemesi anormal olabilmektedir. Bir enfeksiyonun bizde kanser oluşturmasına engel olan çok önemli bir buluştur bu.

Bazı hastalar ise rahim ağzında kitle, vajinal kanama veya akıntı, ağrı, idrar semptomları (anüri yani idrara çıkamama veya üremi yani idrarda kan görülmesine yol açan üreter tıkanıklığı, hematüri, sık idrara çıkma, vezikovajinal fistül yani mesane ile vajina arası anormal kanal gelişmesi), gastrointestinal semptomlar (tenesmus yani bağırsak dolu olmadığı halde sürekli ıkınma hissi, rektovajinal fistül yani kalın bağırsak ile vajina arası anormal kanal gelişmesi), ileri tümörlerde alt ekstremitelerde lenfödem ile prezente olabilmekte, hastaneye başvurabilmektedir.

Bu hastalığın tanısı biz patologlar tarafından konulur. Patoloji doktorlarını duymayan var mı?

olabilir aranızda. Bizler gizli kahramanlarız. Neden gizli? Çünkü sizler değil, hücrelerinizi ve dokularınız bizlere gelir, bizlerle tanışır. Bizler sizde bulunan, sizi oluşturan hücrelerinizi muayene eder , inceleriz. Hücrelerinizin bize anlattıklarını yazar, raporlar ve imzalarız. Sizler de bu tanılara göre takip ve tedavi edilirsiniz. Biyopsi veya eksizyonel materyalin histopatolojik incelemesini ışık mikroskoplarımızla yapıyoruz. Normal bir dokudan farklılık oluşturan değişiklikleri tanımlayıp, şüpheli bulduğumuz hücrelere ek boyalar uygulayarak hastalıklara tanı verip raporluyoruz.

Biyopsi yetersiz geldiğinde, klinik ve radyolojik bulguları da ekleyerek tanımızı destekleyip yorumlu sonuçlar yazarız. Hastalık şüphenizin azlığında takipte kalınabilir veya biyopsi tekrarına gidilir. Radyolojik Manyetik rezonans görüntüleme, şüpheli tümöral lezyonun kapsamını değerlendirmek için tercih edilen görüntüleme yöntemidir. Ultrason muayenesi de kullanılabilir. Lenfadenopati ve metastatik hastalık en iyi bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilir. Pozitron emisyon tomografisi de metastazları ekarte etmek için kullanılabilir.

Hastalık evresi, hasta yaşı, invazyon derinliği, hastalık hacmi (vücuttaki , tuttuğu organdaki miktarı), lenfovasküler invazyon yani tümör hücrelerinin damarların içine girerek vücutta dolaşması, bizlerin verdiği ek prognostik faktörlerdir. Kanser tanısı verdiğimiz hastalarda tümör evresine göre genel 5 yıllık hastalıksız sağ kalım belirlenmekte ve buna göre hastalarımız takipte kalmaktadırlar.

Tedavi için de Uluslararası Kanser Federasyonu’nun, Kadın Hastalıkları ve Doğum (FIGO) ve Ulusal Kapsamlı Kanser Ağı (NCCN) evreleme sistemleri, serviks kanseri kılavuzları kullanılmaktadır.

Erken evre tümörler için konizasyon veya “loop” elektrocerrahi eksizyon prosedürü, daha yüksek evre tümörler için sentinel lenf nodu haritalamalı radikal operasyon uygulanır. Çıkarılan tümörleri de patolojik tekrar inceleriz.

Ne zaman bedeninizdeki hastalıklardan şüpheleneceksiniz? Her kadın düzenli muayene imkânı yok ise kendinde ortaya çıkan değişiklikleri farketmeli. Kanserler açısından kendinizi ve ailenizi taratmalısınız. Örneğin meme kanseri tanılı yakınımız varsa, kendi mememizi düzenli palpasyon yani dokunmakla muayene etmeliyiz. Rahim ağzında bulunan lezyonlarda bu mümkün değil. Peki bu durumda ne yapmalıyız? Bütün dünyada yaygın takip yöntemi olan servikal yayma örneğinin tarafımızdan düzenli patolojik incelenmesi, diğer adıyla servikovajinal “smear” patolojik raporlanması gereklidir. Kadın doğum uzman doktorlarımızın muayenelerinde, tümöral lezyonlar, erken dönemde, kırmızı, ufalanabilir, sertleşmiş veya ülserli lezyon veya kabarık alan şeklinde, geç dönemde ise ekzofitik, papiller, polipoid, nodüler veya ülserli kitle şeklinde izlenebilir. Geç dönem veya ileri evrede kanserler ise çevredeki yapılara infiltrasyonlu derin invaziv kitle şeklinde görülebilir. Bu lezyonlar da opere edilip tarafımıza inceleme amaçlı gönderilir. Hastamızda lezyonun kalıp kalmadığını, hastalık evresini patoloji doktorları olarak raporlarımızda belirtiriz.

Hepinize sağlıkla mutlulukla huzurla dolu nice güzel günler dilerim. Görüşmek dileğiyle.

Uyku Hijyeni

Prof. Dr. Tansu Ulukavak Çiftçi

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı

Uyku; kimine göre günün en güzel zamanı ve karşı konulmaz bir cazibe iken, kimine göre vakit kaybı ya da günün en sıkıntılı zamanları olarak kabul edilebilir. Bilimsel anlamda uyku; organizmanın çevreyle iletişiminin; değişik şiddette uyaranlar ile geri döndürülebilir, geçici, kısmi ve periyodik olarak kaybolması olarak tanımlanır.

Gece tanrıçası Nyx kendi başına iki oğul yaratır. Bunlardan biri uyku tanrısı Hipnos ve diğeri ölüm tanrısı Tanatos’dur yani mitolojide uyku, ölümün kardeşi kabul edilir. Tarih boyunca ünlü filozoflar da uyku konusuna kafa yormuştur. Hipokrat; “vücudun iç organlarını sıcak tutmak amacıyla, kanın vücudun derinliklerine yönelmesi, kanın beyinden uzaklaşması ile uyku ortaya çıkar” demiştir. Aristo ise “alınan gıdalar ısıya dönüşerek uykuya yol açar” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur.

Bilimsel bakış açısına göre, kanda yükselen muramil peptid, interlökin-1, delta sleep inducing peptid gibi bazı maddeler uykuya başlatır, büyüme hormonu, insülin, prolaktin ve melatonin gibi bazı maddeler uykuyu kolaylaştırır. Ancak; işin aslı, uyku ve uyanıklığın regülasyonu, homeostatik proçes (proçes S) ve sirkadiyen ritm (proçes C)’in kontrolündedir.

Homeostatik proçes, kişinin daha önceki günlerdeki uyku süresi ve kalitesini göz önüne alarak uykuya geçme zamanını ve uykunun iç mimarisini değiştirir. Sirkadiyen ritim ise; beyindeki biyolojik saat tarafından geliştirilen bir ritimdir ve sosyal zaman ile uyum sağlamaya çalışır. Sirkadiyen ritim; anterior hipotalamusta bulunun suprakiyazmatik nukleus tarafında düzenlenir ama bu ritmin düzenlenmesindeki en güçlü uyaran güneş ışığıdır.

Gün ışığı doğrudan göze temas ederek retinal fotoreseptörler aracılığı ile hipotalamusta bulunan suprakiyazmatik nukleusu etkiler yani sirkadiyen ritmi kontrol eden kısma sinyal gönderir. Bu ışık uyarısının önemli bir fonksiyonu melatonin sentezidir. Melatonin karanlıkta en yüksek düzeye ulaşır, aktivitesi feedback mekanizması ile düzenlenir. Melatonin yüksekken uyuruz, düşükken uyanırız.

Kabaca uyku nedir ve nasıl gerçekleşir konularının özetlenmesi sonrası sağlıklı bir yaşam için sağlıklı bir uykunun mutlak gerekliliğinden söz etmek gerekir. Sağlıklı uyku söz konusu olduğunda ise uyku hijyeni kavramı ile karşılaşılır. Uyku hijyeni, kaliteli bir gece uykusu ve tam bir gündüz uyanıklık hali için gerekli olan çeşitli uygulama ve alışkanlıkları ifade eder. Uyku hijyeni uygulaması; 1970’li yıllarda hafif veya orta dereceli insomni tedavisi için geliştirilmiştir ama 2014 sonrası sağlıklı yaşam için herkese önerilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Uyku hijyenini sağlamak için gerekli kurallar aşağıda sıralanmıştır:

1. Her gün yataktan aynı saatte kalkın ve yatağa aynı saatte yatın
2. Uyuyamama kaygısı ile yatağa gitmeyin
3. Uyuyamazsanız sürekli saate bakmayın
4. Düzenli spor yapın (tercihen akşamüstü)
5. Yatmadan hemen önce gevşeme egzersizleri yapın
6. Uyku saatinden önceki son 6 saat içinde kafein, nikotin gibi uyarıcılar almayın
7. Uyku saatinden önceki son 3 saatte alkol almayın
8. Yatağa aşırı aç veya tok olarak gitmeyin
9. Gündüz vakti şekerleme yapmayın
10. Yatak odasının ısısını çok sıcak veya çok soğuk olmayacak şekilde ayarlayın
11. Ayakları ve elleri sıcak tutun
12. Uyurken yatak odanızın sessiz ve karanlık olmasını sağlayın
13. Yatağınızı yalnız uyku ve seks için kullanın
14. Yatmadan hemen önce rekabete dayanan oyun oynamayın, heyecanlı bir program seyretmeyin veya sevdiğiniz biriyle önemli bir tartışma yapmayın.
15. Yatmadan önce ışık yayan elektronik cihazları 5 dakikadan uzun kullanmayın: Yukarıda da belirtildiği gibi kanda melatonin düzeyi yüksekken uyuruz, düşükken uyanırız. Akıllı telefonlar gibi elektronik cihazlar mavi ışık yayarak melatonin salınımını inhibe eder ve uykunun başlamasını geciktirir. Ayrıca, akıllı telefonlarda oyun oynamak ya da video izlemek beyni sürekli uyanık kalmaya davet eder. Tüm bu cihazlar uyarıcıdır, beyni aktif tutar, beyinin sakinleşip uykuya geçmesini engeller.

Sonuç olarak, sağlıklı bir uyku için yukarıdaki tüm uyku hijyeni kurallarına uyulmalıdır ama asıl; yatak odasının “techonology free zone” haline getirilmesi yani odada televizyon, telefon, tablet gibi herhangi bir cihazın bulunmaması çok önemlidir. Akıllı telefonlar başka bir odada şarj edilmeli, alarm için masa saati kullanılmalıdır.

Tip 2 Diyabet Toplumda Sık Görülen, Gelişimi Önlenebilir Bir Hastalıktır

Prof. Dr. Müjde Aktürk

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı Öğretim Üyesi Türk Diyabet Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyesi

Diyabet veya halk arasında şeker hastalığı olarak isimlendirilen Diabetes Mellitus kandaki glukoz (şeker) düzeyinin yükselmesiyle karakterize, ilerleyici ve yaşam boyu süren bir hastalıktır. Dünyada 537 milyon yetişkinin diyabetle yaşadığı bildirilmiştir. Diyabet sıklığı tüm dünyada artış göstermektedir.

Bulaşıcı bir hastalık olmamasına rağmen Dünya Sağlık Örgütü tarafından epidemi olarak tanımlanmıştır. Ülkemizde de sıklığı gittikçe artan bir halk sağlığı sorunudur. Uluslararası Diyabet Federasyonu Türkiye’nin 2045 yılında dünyada diyabet sıklığı en yüksek olan on ülkeden biri olacağını öngörmektedir. Diyabet hastalarının %90’dan fazlasını tip 2 diyabet oluşturur. Tip 2 diyabette genellikle insülin direnci vardır. Vücut insülin hormonunu düzgün kullanamaz veya yeterli insülin üretemez ya da her ikisi de olur. Bu da kan şekerinin yükselmesine yol açar.

Tip 2 diyabet, genellikle çok net tanımlanmamış genetik bir zemin ve sağlıksız yaşam alışkanlıklarının birlikteliğiyle ortaya çıkmaktadır. Daha nadir olan Tip 1 diyabetteyse, pankreasın insülin hormonu üreten beta hücrelerine otoimmun (bağışıklık sistemi aracılı) hasar olur ve insülin üretilemez. Bu nedenle insülin tedavisi hayat kurtarıcıdır. Tip 2 diyabetli kişilerde sıklıkla görülen belirtiler; sık idrar yapma, çok su içme, ağız kuruluğu ve bazen açıklanamayan kilo kaybıdır. Diyabet tanısı kanda glukoz (şeker) ölçümü, HbA1c ölçümü (son üç ayın şeker ortalamasını gösterir) ve şeker yükleme testi (OGTT; oral glukoz tolerans testi) ile koyulabilir.

Şeker yükleme testi gebelikteki diyabet tanısı için de uygulanır. Testin hasta veya gebeyse bebeği üzerinde hiçbir riski yoktur. Diyabeti olan neredeyse her iki kişiden birinin durumundan habersiz olduğu söylenmektedir. Bu kişilere mümkün olduğunca erken tanı konulması ve tedavi edilmesi hastalığa bağlı komplikasyonları önlemek, yaşam süresi ve kalitesini arttırmak için gereklidir.

Diyabet belirtileri olan kişiler herhangi bir sağlık kuruluşuna başvurarak diyabet yönünden tetkik edilmelidirler. Diyabet hayat boyu tedavi edilmesi gereken kronik bir hastalıktır. İyi tedavi edilmemesi halinde göz, böbrekler, sinir sistemi, kalp damar sistemi vb tüm sistemleri etkileyebilir, akut ve kronik komplikasyonlara yol açabilir. Diğer yandan hastalığın kontrolü ne kadar erken ve iyi sağlanırsa bu komplikasyonların gelişmesi engellenir veya geciktirilebilir. Tip 2 diyabet tedavisinde diyet ve ağızdan alınan ilaçlar yeterli olabilir.

Günümüzde, tip 2 diyabet hastalarında kan şekerini ve komplikasyonların gelişimini önleyen çok sayıda etkin ilaç seçeneği mevcuttur. Ancak bu ilaçlar hastalığın kontrolünde yeterli olmadığında, gebelikte, bazı ek sağlık sorunları gelişmesi gibi durumlarda insülin kullanılması gerekebilir. Böyle durumlarda insülinin hastalığın ilerlemesini yavaşlatan, hastalığa bağlı komplikasyonları önleyebilen, kan şekeri kontrolünün sağlanmasında yararlı olan çok önemli bir tedavi olduğu hastalar tarafından bilinmelidir. Tıbbi beslenme (diyet) tedavisi hastalığın tedavisinin en önemli davranışsal yönlerinden biridir. Tecrübeli bir beslenme ve diyet uzmanı tarafından hastanın durumuna, tıbbi, yaşam tarzı ve kişisel faktörlerine uygun diyet planlaması yapılmalı, bu yaklaşım hastaya öğretilmelidir.

Diyabet hastalığı hakkında tekrarlayan eğitimler verilmesi hastanın da kendi hastalığının iyi takip edilmesi ve yönetilmesine katkıda bulunmasını sağlar. Hastalar ilaç, insülin tedavisi, diyet, fiziksel aktivite ve günlük aktivitelerin şeker düzeyleri üzerindeki etkisi hakkında farkında olmalıdırlar. Kan şekeri takibi diyabet yönetiminin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Kan şekeri ölçümü hastalar tarafından parmak ucundan yapıldığı gibi, cilt altından gün boyu sürekli ölçüm yapan teknolojik yönden gelişmiş cihazlar da mevcuttur. Prediyabet (gizli şeker hastalığı) olan kişilerde Tip 2 diyabet ve diyabetle ilişkili komplikasyonların gelişme riski yüksektir.

Prediyabet; tip 2 diyabet ortaya çıkmadan önceki dönemde, kan şekerlerinin normalin üzerinde, ancak henüz diyabet tanısı alacak kadar yüksek olmadığı durum olarak tanımlanmaktadır. Obezite (şişmanlık) ve hareketsiz yaşam tarzı tip 2 diyabet sıklığının dünya çapındaki dramatik artışının altında yatan en önemli faktörlerdir. Bunun yanında sağlıklı ve besin değeri yüksek gıda tüketiminin olmaması da diyabet riskindeki artışa katkıda bulunur.

Tip 2 diyabet gelişimi potansiyel olarak önlenebilir bir hastalıktır. Diyabet riski yüksek olan kişilerin sağlıklı beslenme ve egzersiz alışkanlıklarının geliştirilmesi, obezite ile mücadele edilerek sağlıklı kiloda olmalarının sağlanması ve düzenli sağlık kontrollerinin yapılması diyabet gelişme riskini önemli ölçüde azaltır. Amerikan Diyabet Derneği diyabetin önlenmesinde haftada minimum 150 dakika orta derecede fizik aktivite yapılmasını önermektedir.

Tip 2 diyabet yaşam tarzı değişiklikleriyle büyük ölçüde önlenebilir bir hastalıktır. Düzenli egzersiz, dengeli beslenme ve sağlıklı bir yaşam tarzı alışkanlığı edinmek, hem bireylerin, hem de toplumun bu hastalığın yükünden korunmasında kritik bir rol oynar.

Nöral Terapi Nedir?

Prof. Dr. Demet Coşkun

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı

Hipokrat tedavinin amacı konusunda “Doktorun tek bir görevi vardır o da hastasını iyileştirmektir; bunu başarır ise hangi yöntemi kullandığı önemli değildir’’ demiştir.

Ağrının nedenleri ve sınıflaması nasıl çok ise ağrının ortadan kaldırılması ve kontrol yöntemlerinin de çok olması doğaldır. Hiçbir tedavi yöntemi tek başına tüm ağrıları sebebi ne olursa olsun kontrol altına alamaz. Buna göre, ağrı ile ilgilenen klinikler, nasıl ağrının nedenlerini açıklamak için diğer tip dalları ile yardımlaşarak çalışıyorlarsa, ağrının tedavisi için de medikal, fiziksel, psikolojik ve doğal ağrı tedavi yöntemlerinden çağdaş bilimsel verilerin ışığı altında yararlanmalıdırlar. Aslında nöral terapi medikalden çok bir doğal tedavi yöntemi olarak düşünülmektedir.

Alternatif tıbbın bir kısmını teşkil eden nöral terapinin hastayı iyileştirmek için kullanılan bir yöntem olduğu kabul edilmektedir. Zaten nöral terapi uygulayanların alternatif tıbbın amacı hakkında söyledikleri; tıbbı ortadan kaldırmak niyetinde olmadıkları, fakat normal tıbbın yapabileceğinden sonrasını tamamlayarak onun daha aktif olmasını istedikleri şeklindedir.

1920’li yıllarda bundan yaklaşık olarak yüz yıl kadar önce alternatif tıbbın bir dalı olan nöral terapinin mucidi Ferdinand Huneke ve daha sonra kardeşi Walter Huneke’nin tanımladığı gibi nöral terapi; çeşitli fonksiyonel hastalıkların ve şikayetlerin, özellikle ağrının lokal anestezikler kullanılarak periferik ve vegetatif sinir sistemi yolu ile tedavisidir. Vücut üzerinde belirli noktalara ve alanlara lokal anestezi enjeksiyonları ile bir uyarı gönderilir. Bu uyarıya verilen yanıt bize hem teşhis koyma hem de tedavi etme konusunda yön verir. Doğru yere yapılan enjeksiyonlarda genellikle iyileşme o kadar hızlı ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşir ki buna “saniye fenomeni” ya da “Huneke fenomeni” denir.

Etki Mekanizması Nasıldır?

Ağrıyı ortaya çıkaran dokuya zararlı fiziksel, kimyasal veya termal nedenler hücrede ve organizmada belirli maddelerin salınımına yol açar. Bunlar; plazmadaki hücrelerden ve sinir uçlarından çeşitli aljezik maddeler salgılatmaktadır. Bu aljezik maddeler sinir liflerini uyardığında kas kontraksiyonu ve vasküler spazm oluşturur. Beslenmenin azalması ile uyarılan sinirlerin ve reseptörlerin uyarılma eşiği düşer ve ağrı oluşur. Enjekte edilen maddenin niteliği ne olursa olsun birkaç yere yapılan enjeksiyonla kısır döngü kırılarak bir uyarı meydana gelmekte, bu uyarı da endorfin salgılattırarak ağrıyı önlemektedir. Nöral terapi aslında selüler düzeyde etki gösteren bir tedavi yöntemidir. Fonksiyonu bozulmuş yani sürekli depolarize durumda bulunan bir hücreyi normal durumuna getirebilmek için uygulanmaktadır. Bu tedavide uygun yere yapılan tekrarlanan enjeksiyonlar ile bozulmuş hücrenin hiperpolarize edilerek normal hücre durumuna getirilmesi amaçlanır. Nöral terapi yolu ile bir hücreyi normal duruma getirmek o hücrenin esas fonksiyonunu normale getirmek anlamına gelmektedir. Böylece hangi sistemde olursa olsun hücre fonksiyonunda düzelme oluşursa o sistemle ilgili ağrı ve ağrı dışındaki diğer şikayetlerde de düzelme ortaya çıkacaktır.

Nasıl Uygulanır?

Ağrı veya diğer şikayetlerle ilk defa karşımıza gelen hastayla yapılan görüşmede doğumdan itibaren tüm sistemleri ile ilgili bilgilerin rutin sorgulamasının ayrıntılı olarak yapılması hastalığın teşhisi, tedavinin yöntemi ve tedavinin başarısı yönünden çok önemlidir. Ayrıca tedavi sırasında her seansta hastanın şikayetindeki değişiklikleri de sorgulamak tedavide seçilen uygulanım yolunun doğruluğunun onaylanması ve başarının elde edilmesi yönünden önemlidir. İlk sorgulamada elde edilen verilere göre teşhis yönünden destekleyici tetkiklerin gerekip gerekmeyeceğine karar verilir.

Nöral terapinin etki alanına giriyorsa medikal tedavi ile kombine edilerek veya medikal tedavisiz yöntemlerden biri ya da birkaçının uygulanmasına karar verilir. Hastanın şikayetinin ne olduğuna, başlangıç zamanına, muayene bulgularına göre seans sayısı ve sıklığı değişebilir. Şikayetleri yeni başlayan hastalarda daha kısa sürede cevap alınsa da özellikle kronik problemlerde tedavinin en az 6 seans uygulanması önerilir. Hastaya göre değişmekle beraber başlangıçta haftada 2 olacak şekilde tedaviye başlanır, sonra gerekirse haftada bire düşürülebilir. Toplam seans da yine hastanın klinik gidişi ile ilişkili olarak değişebilir. Lokal anestezik olarak önceleri prokain kullanılsa da artık nöral terapi uygulamalarında daha çok lidokain tercih edilmektedir.

Huneke’ye göre “Hayatın herhangi bir döneminde herhangi bir dokuda veya organda bir hastalık bozucu alan olabilir ve herhangi bir bozucu alan yakın veya uzak bir yerde bir hastalığa veya şikayete neden olabilir”. İnsan vücudunda her hastalığın bir bozucu alan sonucu meydana geldiğini düşünürsek, bunu araştırmak doktor ve hasta tarafından sabır ve fedakarlık ister. Onun için hastaya önce semptomatik yaklaşılır, eğer semptomatik tedavi ile sonuç alınamıyorsa o zaman bozucu alan odağı araştırılır.

Nöral terapi; akut ve kronik ağrıda, fonksiyonel ve vegetatif bozukluklarda uygulanan bir regülasyon tedavisidir. Vücudun kendi kendine yapması gereken ancak bir türlü yapamadığı iyileştirmenin ortaya çıkmasına yardım eder. Nöral terapinin ulaşmak istediği sonuç da aslında hücre ve çevresindeki sistemin düzenli olarak çalışmasını sağlamaktır.

* Bu yazıda Prof. Dr. Ahmet Mahli’nin ders notlarından yararlanılmıştır: Prof. Dr. Ahmet Mahli 1975-1983 yılları arasında Almanya’da “Hannover Üniversitesi” ve “Hildesheim Şehir Hastanesinin Anestezi ve Tıbbi Yoğun Bakım Kliniği”nde çalışmış, akupunktur ve nöralterapi kurslarına katılarak “Almanya Nöral Terapi Akademisi”nden diploma almıştır. 1984 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilimdalı’da öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamış, 2013 yılında emekli olmuş ve 2022 yılında vefat etmiştir. Üniversiteden emekli olana dek tüm bilgi birikimiyle yetiştirdiği asistanlar, bugün aynı klinikte öğretim üyesi olarak kendilerine öğretilenleri gelecek kuşaklara aktarmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’de akupunktur ve nöralterapi uygulamalarını başlatan kişilerin başında gelen Hocamıza, bize her zaman yol gösterici olduğu için minnettarız. Sevgi ve saygıyla

Fonksi̇yonel Estetik Burun Cerrahi̇si

Doç. Dr. Melih Şahin

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, KBB Anabilim Dalı

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi hem estetik görünümü hem de burun fonksiyonlarını düzeltmeyi amaçlayan bir cerrahi işlemdir. Bu cerrahi, burnun görünümünü iyileştirmenin yanı sıra, solunum problemlerini çözmeyi hedefler.

Bu cerrahi, burun estetik görüntüsünü düzeltmek için yapılan geleneksel rinoplasti prosedürleriyle birleşir, ancak temelde burun fonksiyonlarına odaklanır. Septoplasti gibi prosedürlerle burun içindeki anatomik problemler düzeltilir, burun delikleri ve kıkırdak yapılar yeniden şekillendirilebilir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, hastaların hem estetik beklentilerini karşılamayı hem de solunum problemlerini çözmeyi amaçlar, böylece hastaların hem sağlıklı hem de estetik olarak memnun olmalarını sağlar.

Bu cerrahi, genellikle burun septumu, konka ve diğer içsel yapıları düzeltmeyi içerir. Septoplasti, burun septumunun düzeltilmesini amaçlayan bir prosedürdür ve burun içindeki hava akışını artırarak solunumu kolaylaştırabilir. Konka radyofrekans ablasyonu gibi tekniklerle burun içindeki burun eti büyüklüğü azaltılabilir. Ayrıca, rinoplasti prosedürleri sırasında kıkırdak veya kemik yapılar düzeltilerek hem estetik hem de fonksiyonel iyileştirmeler sağlanabilir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, kişinin genel sağlığını ve yaşam kalitesini iyileştirmeyi hedefler. Bu cerrahi, burun estetiğini düzeltirken aynı zamanda burun fonksiyonlarını optimize etmeyi amaçlayarak hastalara daha kapsamlı bir çözüm sunar. Hastalar, hem estetik beklentilerini karşılayarak hem de solunum sorunlarını gidererek memnun kalabilirler. Ayrıca, fonksiyonel estetik burun cerrahisi, hastanın bireysel ihtiyaçlarına ve anatomik özelliklerine özel olarak planlanır. Bu cerrahi, kişiselleştirilmiş bir yaklaşım benimser, bu da hastanın yüz yapısına ve burun fonksiyonlarına en uygun çözümü sunmayı amaçlar.

Operasyon sonrası iyileşme süreci genellikle birkaç hafta sürer ve hastalar, solunum düzeltilmiş bir şekilde estetik olarak memnun kaldıklarını fark edebilirler. Hastaların ameliyat sonrası egzersiz kapasitesi, burunlarından nefes almaları fark edilir şekilde iyileşir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisinin avantajları arasında, solunum sorunlarına bağlı baş ağrılarının azalması, uyku düzeninin iyileşmesi (varsa horlama ve uyku apnesi gibi durumlar olumlu yönde azalır veya tamamen ortadan kalkabilir) ve genel yaşam kalitesinin artması bulunabilir. Bu cerrahi, burun içindeki anatomik düzensizlikleri düzeltirken aynı zamanda estetik açıdan da tatmin edici bir görünüm elde edilmesini sağlar.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, cerrahi tekniklerin yanı sıra modern görüntüleme ve değerlendirme yöntemlerini de içerir. Bu sayede cerrahlar, hastanın burun yapısını daha iyi anlar ve ameliyat planını daha etkili bir şekilde uygular.

Hastalar, bu cerrahinin sonuçlarına genellikle birkaç hafta içinde tanıklık ederler. Burun fonksiyonlarındaki düzelme, operasyon sonrası ilk aşamalarda fark edilebilirken, burun şişliği ve diğer geçici etkiler birkaç hafta içinde azalır. Bu süreçte şişlik, morluk ve diğer geçici etkiler azalırken, burun fonksiyonlarındaki düzelme kademeli olarak hissedilir. İlk birkaç hafta içinde tam iyileşme beklenmese de hastalar genellikle operasyonun hemen ardından olumlu değişiklikler fark ederler.

Cerrahi sonrası takip, cerrahın hastanın iyileşme sürecini izlemesini ve gerekirse ayarlamalar yapmasını sağlar. Hastaların cerrahi sonrası dönemde doktorun önerilerine uymaları, tam iyileşmeyi hızlandırabilir ve istenen sonuçların elde edilmesine katkıda bulunabilir.

Operasyon sonrası hastalar genellikle daha iyi solunum, daha iyi uyku kalitesi ve genel olarak artmış bir özgüven hissi yaşarlar. Ancak, bu cerrahi herkes için uygun olmayabilir ve cerrahi öncesinde dikkatli bir değerlendirme önemlidir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi adayları hem estetik beklentileri hem de burun fonksiyonlarındaki sorunları nedeniyle cerrahi düşünmelidir. Cerrah, hastanın bireysel durumu ve hedefleri doğrultusunda bir plan oluşturarak en iyi sonuçları elde etmeyi amaçlar.

Dişeti Hastalığı ve Diyabet

Prof. Dr. Ayşen Bodur Gazi Üniversitesi,

Diş Hekimliği Fakültesi Klinik Bilimler,
Periodontoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Periodontitis, dişleri destekleyen kemik yapıların ve çevre dişeti dokularının enfeksiyonu ile karakterize, lokal kr onik iltihabi bir dişeti hastalığıdır. Dünya çapında yapılan bir araştırmada, bulaşıcı olmayan 291 hastalık arasında periodontitisin en yaygın altıncı hastalık olarak yer aldığı bildirilmiştir. (1)

Son yıllarda periodontitis ile ilgili patojenlerin diyabet, obezite, kardiyovasküler hastalık, inme, prematüre ya da düşük doğum ağırlıklı bebek, üst solunum yolu enfeksiyonları, r omatoid artrit, Alzheimer ve böbrek hastalıkları gibi sistemik hastalık/durumlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyan pek çok araştırma yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. (2)

2015 yılında dünya genelinde 415 milyon kişinin diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2040 yılına kadar 642 milyona çıkması beklenmektedir. Diyabet tek başına basit dişeti hastalığı (gingivitis) veya ileri dişeti hastalığına (periodontitis) neden olmamakla birlikte, dişeti dokularının bakterilere ve lokal faktörlere karşı olan cevabını değiştirerek, dişleri destekleyen kemik yıkımını hızlandırdığı ve dişeti hastalığının cerrahi tedavisi sonrası yara iyileşmesini geciktirdiği hakkında bilimsel kanıtlar mevcuttur. Diyabetin dişeti sağlığını tehdit eden etkileri üzerine yapılan pek çok araştırmanın yanı sıra, bir de aynanın öbür yüzünde yer alan dişeti hastalığının diyabet üzerine etkileri konusu da güncel hale gelmiştir. Kontrolsüz serum glukoz seviyesine sahip diyabet hastalarının periodontitise yakalanma olasılığı, iyi kontrol edilen diyabet hastaları ve sağlıklı bireylere kıyasla daha yüksektir. Diğer yandan periodontitis varlığı da diyabetin kontr ol altına alınmasını olumsuz yönde etkilemektedir.

Bu bilgiler ışığında şu soruları sormak mümkündür. Periodontal hastalığın varlığı veya ciddiyeti diyabetik hastanın metabolik durumunu etkiler mi? Periodontal tedavi ile dişeti iltihabını minimuma indirmek glisemik kontrol üzerinde etkili midir? Tip II diyabetikler üzerinde yapılan uzun dönemli bir çalışmaya göre; şiddetli periodontitis glisemik kontrolün bozulması ile önemli oranda ilişkilidir. (3)

Başlangıçta şiddetli periodontitisi mevcut olan diyabet hastalarında glisemik kontrol, 2-4 yıl içinde, periodontitisi olmayanlara göre daha sık bozulmuştur. Böbreğe ve büyük damarlara ait komplikasyonlara ise periodontitisi olan diyabetik bireylerde daha sık rastlanmıştır. Şiddetli periodontitisi olan diyabet hastalarının %82’sinde bir veya daha fazla kardiyovasküler komplikasyon görülmüşken, şiddetli periodontitisi olmayanlarda bu oran %21 olarak bulunmuştur. Periodontitis tedavisi yapılan diyabet hastalarının glisemik kontrolünün olumlu yönde etkilendiği bildirilmiştir. Bu durum, özellikle tedaviden önce glisemik kontrolü nispeten zayıf olan ve şiddetli periodontal yıkımı olan hastalar için geçerlidir. Periodontitisli hastalarda periodontal patojenlerin ve onların ürünlerinin sistemik etkileri, bütün vücudu etkileyebilen sistemik enfeksiyonlara benzer etki yapabilir. Bakteriyel uyarıyı azaltmak ve iltihabı iyileştirmeyi amaçlayan periodontal tedavi sonucunda zaman içinde insülin duyarlılığı artabilir böylece glisemik kontrol sağlanabilir. Diyabetli veya diyabet riski taşıyan kişiler, ağız sağlıklarının değerlendirilmesi ve oral enfeksiyon ve iltihap varlığında bir tedavi planı oluşturulması ve ardından bir idame programına alınması için mutlaka bir diş hekimi tarafından görülmelidir.

Kaynaklar

  • Murray CJL., Vos T, Lozano R, Naghavi M, Flaxman AD, Michaud C, et al. Disability-adjusted life years (DALYs) for 291 diseases and injuries in 21 regions, 1990–2010: a systematic analysis for the Global Burden of Disease Study 2010. The Lancet. 2012;380(9859):2197-2223.
  • 2- Bui FQ, Almeida-da-Silva CLC, Huynh B, Trinh A, Liu J, Woodward J, et al. Association between periodontal pathogens and systemic disease. Biomedical Journal. 2019;42(1):27-35.
  • 3- Taylor GW, Burt BA, Becker MP, et al; Severe periodontitis and risk for poor glycemic contr ol in patients with non – insulin dependent diabetes mellitus, JPeriodontol 67;1085,1996.

 

Myom Nedir

Prof. Dr. Nuray Bozkurt

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi

Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Myoma uteri (rahim myomları) kadınların genital sisteminde en sık rastlanan iyi huylu tümörlerdir. Üreme çağında %70-80 oranında görülebilir. 35 yaşın altında %20-40 oranında asemptomatiktir. Myom sıklığı yaşa, genetik nedenlere ve vücut kitle indeksine göre değişebilir.

Myomların semptomları neler olabilir?

Myomu olan hastaların büyük çoğunluğunun şikayeti olmaz. Semptomu olan kadınlarda ise şikayetler myomun büyüklüğü, bölgesi ve eş zamanlı myom dejenerasyonuna bağlı olarak değişebilir. Semptomu olan kadınlarda kansızlığa yol açan anormal vajinal kanama, kasık bölgesinde ağrı ve bası hissi, idrara sık çıkma, idrar kaçırma ve daha nadiren üreme fonksiyonları üzerine olumsuz etkileri olabilir.

Kanama genellikle rahim zarındaki olumsuz etkilere bağlı görülmektedir. Ağrı genellikle saplı myomun dönmesine, rahim zarındaki myomun rahim ağzını genişletmesine, gebelikte kırmızı dejenerasyona veya çok nadiren sarkomatoz (kanser dönüşümü) değişime bağlı olabilir. Bası etkisi idrar kesesi ve barsaklar üzerine etkisiyle oluşmaktadır. Myomun sarkomatoz dönüşümü yani kanser olasılığı oldukça nadirdir( %0.13- 0.23). Rahim zarı kalınlaşması veya rahim zarı kanseri olgularında myom eşlik etmesi, estrojen fazlalığına bağlı olduğundan sık görülmektedir. Myomun kısırlığa neden olma olasılığı oldukça azdır. Tekrarlayan gebelik kayıpları, erken doğum, bebeğin eşinin erken ayrılması, bebeğin geliş şeklinin baş gelişi dışında olması ve gelişme geriliği olabilir. Etkilenen hastaların yaklaşık yarısı sezeryan doğum geçirmektedir. Bu nedenle, myoma uteri fiziksel, duygusal, sosyal ve maddi açıdan hayatı etkileyecek durumlara sebep olabilir.

Gebelik Myomu Etkiler mi?

Myomların altında yatan nedeni net olarak bilemesek de yumurtalık hormonlarının rolü olduğu kabul edilmiştir. Steroid hormonların fazla olduğu dönemler olan gebelik ve perimenopoz durumlarında ve kilo fazlalığı olan kadınlarda myom sıklığı daha fazladır. Doğum kontrol ilaçlarının etkisi tartışmalıdır, hormon tipi ve formülasyonuna bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Aile öyküsü genetik ve epigenetik mekanizmaları yansıtabilir, bu konuda hormonal metabolizma ve diyet gibi çevresel faktörler etkin olabilir. Dolaşımda bulunan estrojen miktarına bağlı olarak siyah ırkta myom sıklığı daha fazladır. Myomların boyutu genellikle erken gebelikte artarak 6-7. Haftalarda iki katına çıkabilir. Daha sonra büyüme azalır ve üçüncü trimesterde boyutu azalabilir. Bu sadece serum estrojen artışına bağlı değildir. Diğer hormonlar, sitokinler büyüme faktörleri etken olabilir. Ayrıca gebelik sırasında myomlar kanama, nekroz ve dejenerasyon gibi sekonder değişikliklere uğrayabilirler.

Myom Gebeliği Etkiler mi?

Rahim zarında ve kasında bulunan myomların doğurganlığı azaltabileceği ve gebelik sırasında rahmin genişlemesini kısıtlayabileceğine inanılır. Kısırlık, tüp bebek tedavilerinden sonra düşük gebelik oranına yol açan ve düşüğe yol açabilen yaygın uterin myoma sıklığı gebelikte oldukça azdır (%0.1- 3.9) . Myomların tek başına infertiliteye yol açma oranı %1-3, infertiliteye katkıda bulunma oranı %5-10 ve tekrarlayan düşüğe yol açma oranının %7 olduğu düşünülür.

Myomun çıkarılması anatomiyi düzelterek, rahim kasılmasını azaltarak ve lokal inflamasyonu azaltıp kan akımın artırarak infertil kadınlarda gebelik oranını artırabilir. Ancak bunun nedeni net olarak bilinmemektedir. Ayrıca bu konuda bilinen en etkili durum rahim zarında yer alan myomların histeroskopik olarak çıkarılmasıdır. Myomu olan kadınlar olmayanlara göre daha fazla gebelik ve doğum sırasında komplikasyonlara maruz kalırlar. Düşük oranı özellikle rahim zarında yer alıyorsa daha fazladır. Bebeğin anne karnında yerleşme bozukları ve sezeryan doğum oranı, erken doğum, kasık ağrısı, bebek eşiğinin doğumdan önce ayrılması zor doğum ve doğum sonrası kanama riski daha fazladır. Gebe bir kadında myomun çıkarılması oldukça nadirdir. Erken gebelikte ağrı yapan saplı myomsa çıkarılabilir. Kontrol edilemeyen kanama, uterus atonisi, rahim alınması, gebelik kaybı gibi yan etkileri olacağı düşüncesiyle genellikle kaçınılır. Ancak saplı myomun dönmesi ya da rüptüre olması veya nekroza bağlı karın zarında inflasmayona neden olarak ağrı yapması gibi nedenlerle opere edilebilir. Laparoskopi uygulanacaksa açık teknik en iyisidir. Myom çıkarılması sırasında çok dikkatli olunmalıdır.

Sezeryan sırasında myom çıkarılması tartışmalıdır. Rutin myomektomi uygulamadan kaçınılmalıdır. Bazen doğumu gerçekleştirmek için de uygulanabilir. Saplı myomlar kanama riskinin genellikle arttırmadığı için çıkarılabilir. Cerrrahın tecrübesi ve merkezin ileri seviye olması halinde duruma göre karar verilerek yapılabilir. Avantajı ise hastanın tekrar cerrahi geçirmek zorunda olmamasıdır.

Röportajın devamını okumak için sayımızı inceleyebilirsiniz.